الجمعة، 12 أبريل 2024

Download PDF | Bizans II By Edward Gibbon, Çeviren: Asım Baltacığil, Arkeoloji ve Sanat Yayınları Arşivi, İstanbul 1995.

Download PDF | Bizans II By Edward Gibbon, Çeviren: Asım Baltacığil, Arkeoloji ve Sanat Yayınları Arşivi, İstanbul 1995.

231 Pages 




BÖLÜM XLII

BARBAR DÜNYASININ DURUMU -LOMBARDLARIN TUNA'DA YERLEŞİMİ - ESKLAVON (SLAV) OYMAKLARI VE AKINLARI - TÜRKLER'İN KÖKENİ, İMPARATORLUĞU VE ELÇİLERİ - AVARLAR'IN KAÇIŞI - HUSREV I YA DA NUŞİREVAN (PERS KRALI) - SALTANATI'NIN GÖNENCİ VE ROMALILARLA SAVAŞLARI GOLÇİK YA DA LAZİK SAVAŞ JUSTINIANUS İMPARATORLUĞUNUN ZAYIFLIĞI 527-565



















Bir kimsenin yetkinliğini değerlendirmemiz insanın olağan yetilerine göre yapılan bir ölçmedir. Eylemli yaşam alanında ya da kurgusal alanda olsun, dehanın ve erdemin en tutkulu çabaları, gerçek büyüklüğünden çok, içinde bulundukları yüzyılın ve ülke düzeyinin üzerinde ulaştıkları yüksekliğe göreölçülür. Dev yapılı insanlardan oluşan bir halk arasında dikkati çekmeyen bir boy, kısa boylu bir soydan gelen topluluk içerisinde çok dikkate değer bir nitelik kazanır. Leonidas ile 300 savaşçısı Termopil'de canlarını verdiler. Ne var ki, çocukluklarında, delikanlılıklarında ve olgunluklarında aldıkları eğitim, bu unutulmaz özveriyi hazırlamış ve sağlamıştı. Her Ispartalı, kendi vatandaşlarından 8000'inin ve kendisinin de yapacak güçte olduğu bir görev eylemini onaylamak durumundaydı”, Büyük Pompeius, meydan savaşlarında iki milyon düşmanı yendiğini, Meotis'den Kızıldeniz'e dek 1500 kenti aldığını anmalıklarına geçirtebilmiştir”*. 


















Ne var ki, Roma'nın zenginliği kartallarının önünde uçuşuyor, yenilen uluslar onun korkusuyle eriyor ve komuta ettiği lejyonlar, zaten fetihler yapa yapa yetişmiş ve yüzyıllardan beri sürüp gelen disiplinle yoğrulmuş birliklerden oluşuyordu. Bu durumlar gözönünde tutulursa Belisarios, haklı olarak, eski cumhuriyetlerdeki kahramanların da üstünde yer alabilir. Zamanının yetkinsizlikleri her yana yayılmış durumdaydı. Erdemleri kendisine özgüydü, bunları ancak yaradılışına ya da düşünce gücüne borçluydu. Ustasız ya da yarışmacısız (rakipsiz) olarak yetişip yükseldi. Onun buyruğuna verilen kuvvetler, kendinden istenen utkularla pek az orantılıydı. Hasımlarının kendini beğenmişliği ve karşısındakini küçük görüşü onun tek avantajı oldu. Onun emrindeki imparator uyrukları Romalılar diye anılma değerini gösterdiler.


































 İtalya krallığını, Yunanlılar dedikleri trajedici, pandomima ve korsan kişilerle savaşa sokmuş olmaktan yüzleri kızaran gururlu Gotlar™ bu Yunanlı (Grek)'ları aşağılık buluyor ve savaşçı niteliklerini yetersiz görüyorlardı. Şurası da gerçektir ki, Asya'nın iklimi, askerlik ruhu aşılaması bakımından, Avrupa'nınkine oranla daha elverişsizdir. Zevk ve eğlence, zorba rejimi ve boşinançlar Doğu'nun kalabalık eyalet halklarını gevşetiyordu. Keşişler oralarda önemlerinisürdürüyor ve sayı bakımından askerlerden daha kalabalık bir katman oluşturuyorlardı. İmparatorluğun düzenli kuvvetleri bir zamanlar altıyüz kırkbeşbin askere varmıştı. Justinianus'un saltanatı sırasında ancak yüzelli bin asker vardı. Görünüşte ne denli çok gibi görünseler de, bu birlikler, İspanya'ya, İtalya'ya, Afrika'ya, Mısır'a, Tuna kıyılarına, Karadeniz kıyı şeridine ve Pers sınırına dağılmış durumdaydı. 






















Yurttaşlar azalmıştı; askerler ücretlerini alamıyorlardı. Bunların yoksullukları ancak kötü yağmacılık ve başıbozukluk yollarıyle giderilebiliyordu. Savaşın çıkarlarını korkusuzca ve tehlikesizce ele geçiren bu ajanların dolandırıcılığı gecikmiş ödemeye de el koyuyordu. Bu durumda kamusal ve bireysel safalet, devletin ordularına yeni askerler sağlıyordu. Ne var ki, savaşta, özellikle düşmanın karşısında, sayıları büyük ölçüde azalıyodu. Ulusal gözüpeklikteki boşluğu doldurmak için, ücretle tutulan barbarların güvenilmez bağlılığına ve disiplinsiz askerliklerine başvuruluyordu. Çok zaman erdemin ve özgürlüğün yitirilmesinden sonra elde edilen askeri onur hemen hemen yok olmuştu. Eski zamanlardaki örneğine hiç rastlanmamış olan çok sayıda generallerin bütün işi gücü meslektaşlarının başarılarını önlemeye ya da ünlerini azaltmaya çalışmaktı. Deneyim onlara öğretmişti ki değer kazanmak imparatorun kıskançlığını uyandırabilir, değersiz kalmak ya da büyük suçişlemek onun iyilikçi hoşgörüsünü kazanabilirdi**.

























 Bu aşağılık yüzyılda Belisarios'un utkuları ve de daha sonra Narses'inkiler, başka hiçbir başarıyle karşılaştırılamayacak değerdedir. Ne var ki,bu utkuların çevresinde utanç ve büyük kıyım, en kara renkleriyle kendilerini göstermişlerdir. Justinianus'un temsilcisi, Got ve Vandal krallıklarını silip yokettiği sırada, tutkusuna karşın çekingen” olan imparator, barbar kuvvetlerini birbirlerine karşı dengede tutmak istiyordu. Bölünmelerini kışkırtmak için, yüzegülmeyi ve sahteciliği geçerli yöntem haline getiriyordu”. Persler Antakya'yı yıktıkları ve Justinianus'un Konstantinopolis'in güvenliği için titrediği sırada generallerine Kartaca'nın, Roma'nın ve Ravenna'nın anahtarları veriliyordu.



















BARBARLARIN DURUMU


Belisarios'un Gotlar'a karşı elde ettiği başarılar, Teodorik ile kızının süreklilikle korudukları önemli Yukarı-Tuna engelini de başaşağı getirdiği için onların devletlerini de zarara uğrattı. Gotlar, İtalya'yı savunabilmek için, erinç ve gönenç içerisindeki Pannonya'yı ve Norik'i bıraktılar. Doğu imparatoru, bu iki eyaletin egemenliğini tanıyordu. Ne var ki, bunların sahipliği, kim almak isterse ona terk ediliyordu. Tuna'nın karşılıklı kıyıları, YukarıMacaristan ovaları, ve Transilvanya tepeleri, Attila'nın ölümünden sonra, Gotlar'ın silahlarından korkan ve, gerçekte Romalılar'ın altınından değil, onlara her yıl ödemekle yükümlü oldukları vergilerin gizli güdülerinden tiksinen Gepit oymaklarınca tutuluyordu.

















GEPİTLER


Bu barbarlar, ırmağı koruyan ve Gotlar'ın gidişinden beri boş kalan berkitimleri (tahkimat) hemen ellerine geçirdiler. Sancaklarını Sirmium ve Belgrat kaleleri üzerine diktiler. Bu davranışlarında takındıkları alaycı tutum, imparatorluğun yüceliğine yapılmış bir sataşma sayılırdı: "Topraklarınız o denli yaygın ki ey Caesar, diye imparatora sesleniyorlardı, kentleriniz o kadar çok ki,durmadan uluslar arıyorsunuz, barışta ve savaşta bu yararsız yerleri onlara bırakmak için. Yiğit Gepitler, sizin sadık bağlaşıklarınızdır. Verdiklerinize ve iyiliklerinize karşı doğrulukla bağlılık göstermişlerdir."






















Justinianus'un benimsediği öcalma aracı onların kendini begenmişliklerini haklı çıkardı. Uyruklarını korumakla yükümlü hükümdarın haklarını desteklemek yerine imparator, Tuna ile Alpler arasındaki Roma eyaletlerini ele geçirmek üzere yabancı bir halka söz verdi, ve Gepitlerin tutkusu, ünleri günden güne artan Lombard'larca çabucak engellendi”.
























LOMBARD' LAR


Lombardlar'ın bozukluğa uğramış adlandırılmaları, onüçüncü yüzyılda, sakallarının uzunluğu ve kendine özgü biçimleri nedeniyle Langobard kökenli yabanıl savaşçılara verilen isimden çıkmış, İtalyan tüccarları ve bankacılarınca yayılmıştır. İskandinav kökenli olduklarından ne kuşku duymak ne de böyle oldugunu tanıtlamak istiyorum”. Ne de, onların tanınmamış ülkelerden geçerek ve bir sürü şaşılası serüvenler yaşayarak yaptıkları göçleri anlatacak değilim. Aşağı yukarı Augustus ve Trajanus zamanında, tarihlerinin karanlığından bir ışık çizgisinin belirdiğini ve ilk kez Elbe ile Oder arasında görüldüklerini söyleyebilirim. 






















O sıralarda Cermenler'den daha korkunç olan bu insanlar, kendilerinin köpek kafası biçiminde başları olduğunu ve bir savaştan sonra, yendikleri askerlerin kanını içtiklerini her yana duyurarak korku salmaktan hoşlanıyorlardı. Az sayıdaki nüfuslarını çoğaltmak için, tutsakları arasından en yiğitlerini evlat ediniyorlardı. Kendi gözüpeklikleri, güçlü komşularının orta yerinde, yabancı yardımına gerek kalmadan bağımsızlıklarını sürdürmeye yetiyordu. Nice adları ve halkları su altında yok eden Kuzey fırtınaları arasında Lombardların küçük sandalları dalgalara dayandı. Yavaş yavaş Güney'e ve Tuna'ya doğru indiler. Dört yüz yıl sonra, eski değerlilikleri ve eski ünleriyle yeniden ortaya çıktılar. Gelenekleri, ilk yırtıcılıklarını sürdürüyordu. Konukseverlik kurallarına karşın, Heruleler'in bir prensi, kralın kızına söylediği incitici sözlerden dolayı, ve bu kızın, Heruleli'de umduğu yiğit endamını bulamaması nedeniyle boğdurulmuştu. Bu mutsuz prensin kardeşi olan Herule kralı, bu öldürmenin öcünü almak için onlara bir vergi saldı. Bu durum onlardaılımlılık ve adaletduygusunu canlandırdı. Polonya'nın güneyinde yerleşmiş olan Heruleler, utkularını saygısızca kötüye kullanınca yenilgiye uğradılar” ve dağıldılar. Lombardların utkusu onlara imparatorların dostluğunu kazandırdı. 
























Justinianus'un kışkırtması üzerine, antlaşmalarına uygun olarak, Norik kentlerine ve Pannonya kalelerine boyun eğdirmek üzere Tuna'yı geçtiler. Ne var ki, yağma sevdası onları bu eyaletlerin geniş sınırları dışına da götürdü. Adriyatik kıyısındaki Dirrahium'a dek dolandılar. Kaba saba teklifsizlikleri, ellerinden kaçırdıkları tutsakları geri almakiçin, bağlaşıkları olan Romalılar'ın kentlerine ve de evlerine bile girecek denli ileri gitti. Bunlar birkaç serserinin işidir, denilerek bu tür düşmanca davranışlar ulusça ve imparatorca bağışlandı. Kısa süre sonra Lombard'ların daha ciddi olarak giriştikleri otuz yıllık savaşta Gepitler yok oldu. Bu iki halk çok zaman savlarını Konstantinopolis tahtının önünde dile getirirlerdi. Bütün barbarlardan nefret eden düzenci Justinianus, yan tutucu ve kesin bir anlamı içermeyen bir karar alıyor, gecikmiş ve yetersiz yardımlarla savaşın uzamasını sağlıyordu. 























Savaş yerine onbinlerce asker gönderen Lombardlar'ın korumasını istiyorlardı. Lombardlarla Gepitler eşit yiğitlik gösteriyorlardı. Ancak bu yiğitlik de işarete bakıyordu. Savaş sırasında iki ordu da birden paniğe kapılmışlar, her ikisi de kaçmışlar, iki yanın hükümdarları, muhafızlarıyle birlikte boş ovada kalakalmışlardı. Kısa süreli bir silah bırakışması (mütareke) anlaşması yapıldı. Ne var ki biraz sonra, iki yan da yeniden canlandılar, biraz önceki kaçışın utancından kurtulmak istercesine yeniden savaşa giriştiler, umutsuzluk ve can alıcılıkta bütün hınçlarını çıkarmaya koyuldular. Kırkbin barbarın yok olduğu bu çarpışmada Gepitler yıkıldı, bu da Justinianus'ün korkularında ve isteklerinde değişikliğe yol açtı, ilerde İtalya'nın fatihi olacak genç Lombard hükümdarı Alboin'in yeteneklerini geliştirdi”




























ESKLAVONLAR (SLAVLAR)


Justinianus zamanında Rusya, Litvanya ve Polonya ovalarında yerleşik ya da göçer durumdaki yabanılları Bulgarlar ve Esklavonlar diye iki büyük aileye indirgemek olasıdır”. Yunanlı yazarlara göre, Karadeniz'le Meotis gölü arasında kalanların kökeni ve adları Hunlardan gelmektedir. Yetenekli ve atılgan okçular olan Tatarların çok bilinen ve yakın törelerinden burada yeniden söz etmekte yarar yoktur. Kısraklarının sütünü içiyorlar, çevik ve yorulmak bilmez savaş atlarının etini yiyorlardı. Sürüleri, kendilerini izliyor, daha doğrusu yönlendiriyor, en uzak ve erişilmesi en güç ülkeler bile onların akınlarına uğramaktan kurtulamıyordu. Her ne denli korku onlar için yabancı bir kavramsa da, kaçış sanatına da büyük yatkınlıkları vardı. 




















Ulus, iki güçlü oymaktan oluşuyordu ve bunlar kardeşçe bir kinle birbiriyle çarpışıyorlardı. İmparator Justinianus'un dostluğu ve eli açıklığı için kendi aralarında çekişiyorlardı. Anlatıldığına göre, bilgisiz hükümdarının™ sözlü bilgilerini getiren bir elçi, onları sadık köpek ve aç kurt simgeleriyle belirlemişti. Romalıların zenginliği, değişik adlarla anılan bütün Bulgarların açgözlülüğünü dürtüklüyordu. Esklavon adı taşıyan her şey ve yer üzerinde belirsiz imparatorluk savını ileri sürüyorlardı; hızlı yürüyüşleri ancak Baltık denizi ya da Kuzey ülkelerinin aşırı soğuğu ve yoksulluğu ile durdurulabilmişti. Ne var ki, anlaşıldığına göre aynı soydan bir Esklavon grupu bu ülkelerin halkı olarak orada kalmıştır. Birbirine uzak ve de düşman bile olsalar çeşitli halklar aynı, düzensiz ve kulağa hoş gelmeyen dili kullanıyorlardı. Bunlar, birbirlerine benzerliklerinden anlaşılıyorlardı. Tatarlar gibi esmer değillerdi; boyları ve renkleri bakımından, ayrımları olsa da, Cermenlerin uzun boylarına ve beyaz renklerine uyuyorlardı. Rusya ve Polonya eyaletlerinde dağılmış dörtbin altıyüz köyde yaşıyorlardı”. 




























Taş ve demirden yoksun olan ülkelerinde bulabildikleri tek madde olan ve kötü budanmış ağaçtan acele meydana getirilen kulübeleri vardı. Ormanların içerlerinde, ırmakların ve bataklıkların yanıbaşında yapılmış, daha doğrusu gizlenmiş bulunan bu kulübeleri kunduzların yuvalarına benzetmek belki onları onurlandırmak gibi birşey olacaktır. Bu kulübelerin kunduzlarınkine benzetilmesinde iki çıkış yerinin varlığı neden olmaktadır: bu çıkışlardan biri topraktan, öbürü su'dandır. Çıkışlar, bu şaşıları dört ayaklıya oranla daha az temiz, daha az çalışkan ve de daha az toplumsal olan bir hayvana hizmet ediyordu. Toprağın verimliliği, oralarda yerleşik insanların gördüğü işten daha iyisini sağlyor, Esklavonların kırsal zenginliğini oluşturuyordu. Çok sayıda koyunları ve iri yapılı boynuzlu hayvanları vardı. Darı ve panis” ektikleri tarlaları, buğdaya oranla daha kaba ve daha az besleyici ürün veriyordu. Komşularının ekinlerini yağma için kendi ürünlerini toprağa gömüyorlardı. Bir yabancı onlara geldiği zaman, bunun bir bölümünü ona seve seve veriyorlardı. Karakterleri bakımından pek de elverişli olmayan bu halk, namusları, sabırları ve konukseverlikleriyle tanınıyordu. 
















































Yüce tanrısallık gücünde yıldırımda bulunan görünmez bir tanrıya tapıyorlardı. Irmaklar ve su perileri bağımlı tanrısallık ediniyor ve genel tapınmaları adaklardan ve sungulardan oluşuyordu. Ne zorba hükümdar, ne prens, ne de yüksek dereceli görevli görmek istemiyorlardı. Ne var ki, deneyim yetersilikleri ve tutkularının şiddeti, ortaklaşa yasalar sistemi ya da genel savunma örgütü kurmalarına olanak vermiyordu. Yaşlılığa ve değerliliğe karşı, kendi istekleriyle bir ölçüde saygı göstermiyor da değillerdi. Her oymak, her köy ayrı bir cumhuriyet oluşturuyordu. Hiç kimseyi zorla benimsetmek olası bulunmadığından teker teker tüm insanların inandırılması gerekiyordu. Yaya ve hemen hemen çıplak ve, savunma aracı olarak ağır ve elverişsiz bir kalkanla savaşıyorlardı. Saldırısilahlarıysa ok, küçük ve zehirli oklarla dolu bir sadak, uzaktan ustalıkla attıkları, çekince kapanarak düşmanlarını yakaladıkları uzun bir ipten oluşuyordu. 







































Esklavon piyadelerinin çabası, devinimi ve gözüpekliği onları savaşta korkunç niteliğe büründürüyordu: Yüzüyorlar, dalıyorlar, içi oyulmuş bir çubuğun yardımıyle soluklanarak uzun süre su içinde kalıyorlar ve kuşkulanılması olanaksız biçimde bir ırmak, ya da gölde pusu hazırlıyorlardı. Bunlar casusluktan ve ekin hırsızlığından kazanılmış yeteneklerdi. Süel sanat (askerlik sanatı) Esklavonlar için yabancı bir kavramdı. Adları pek bilinmiyordu, fetihleri de utkusuz oluyordu”. Esklavonlar ve Bulgarlar'a ilişkin olarak birtakım genel çizgiler çizdimse de, öbür barbarların da şöyle böyle tanıdıkları ve de ilgi göstermedikleri bu ilkel toplulukların yerleşme bölgelerini gereği gibi araştıramadım. İmparatorluğa uzaklıkları ya da yakınlıkları ölçüsünde daha az ya da bir dereceye kadardikkati çekiyorlardı. Justinianus'un fetihlerilistesine bir tane daha ekleme fırsatı veren Esklavonlar'dan Ante oymağı” Moldavya ve Valaşi ovalarında yerleşmişlerdi*', Tuna berkitimleri (tahkimatı) Anteler'e karşı yapılmıştı. İmparator, kuzey halklarının dolaysız akın yolları üzerinde yerleşmiş bulunan bir halkla bağlaşık kalmayı hiç savsamamıştı. 



























Transilvanya dağları ile Karadeniz arasında iki yüz mil uzunluğunda bir yer onlara kanal hizmeti görüyordu. Ne var ki, Ante'ler bu seli durduracak güçte ve istençte değillerdi. Hafif silahlarla donanmış yüz Esklavon oymağı aynı hızla hareket eden Bulgar süvarilerinin izlerine varıyorlardı. Er başına bir altın lira karşılığında, Yukarı-Tuna* geçitinin sahipleri bulunan Gepitler'in topraklarında güvenli ve kolay bir geri çekiliş olanağı elde ediyorlardı. Barbarların umutları ve korkuları, kendi aralarındaki birlik ya da ayrılıkları geçmelerini engellemeyecek donmuş ya da az derinlikteki bir dere, açgözlülüklerini dürtükleyen buğday rekoltesi ya da şarap, Romalıların gönenci ya da dar durumda olmaları gibi nedenlerle bu barbarlar, burada ayrıntılara girmenin can sıkmaktan başka yararı olmayacak, akınlarını her yıl yineliyorlardı'*. Ravenna'nın teslim olduğu yıl, belki o ay, Hunların ve Bulgarların, eski akınlarının anısını gölgede bırakan yeni ve felaket getirici akınları oldu. Konstantinopolis'in dış mahallelerinden İyon denizine dek akınlarını yaygınlaştırdılar. Otuziki kenti ya da hisarı yıktılar. Atinalıların yaptığı, Filip'in kuşattığı Potide'yi yerle bir ettiler, atlarının arkasından yüzyirmi bin Roma uyruğunu da sürükleyerek Tuna'dan geri döndüler. Daha sonraki bir akında da Gelibolu (Chersonese) duvarını deldiler, yapıları yıktılar ve insanları boğazladılar. Çanakkale boğazını çekinmeden geçtiler, sonra da arkadaşlarının yanına, Asya'dan aldıkları ganimetlerle yüklü olarakdöndüler. Romalılar'a korkunç bir güruh gibi görünen başka bir akıncı grubu, Korent kıstağında Termopil geçidinde bir engele rastlamadan ve tarihin, Yunanistan'ın yakılıp yıkılmasıyla sonuçlanan bu olaya ilişkin bilgi toplamak zahmetine katlanmadıgı, yürüyüşünü sürdürdü. Justinianus'un, uyruklarını korumak için olmakla birlikte onların zararına diktiği yapıtlar, bunların ne denli ihmale uğradığını da, kalan kısımlarıyle göstermekteydi. Asker birliklerinin bırakıp gittiği ve barbarların aştığı kale duvarları için dalkavuklar, daha önce alınamaz demişlerdi. İki gruba ayrılmak küstahlığında bulunan üçbin Esklavon, bu utkulu saltanatın zayıflığını ve çaresizliğini öğrenmiş oldular. Tuna'yı ve Hebre'yi geçtiler, yürüyüşlerine engel olmak isteyen Roma komutanlarını yenilgiye uğrattılar, hiçbir karşılık görmeden, herbiri bu sefil saldırganları zararsız hale sokacak denli oldukça bol sayıda Silah ve nüfusa sahip Trakya ve İllirya kentlerini yağmaladılar. Bu gözüpekliklerinden dolayı bir bakıma övgüye değer olabilecek Esklavonlar, yakaladıkları insanlara soğukkanlı olarak yaptıkları kıyıcılık ve kan dökücülükle kendilerini lekelediler. Denildiğine göre, toplumsal katmanı, yaş ve kadın-erkek ayrımı gözetmeksizin, ellerine geçirdiklerini kazığa vuruyorlar ya da canlı canlı derilerini yüzüyorlar; dört direk arasına asarak kalın sopalarla vurup öldürüyorlar; geniş yapılar içerisine bu insanları ve, yürüyüşlerini geciktirebilecek kimi ganimetlerle hayvanları koyarak, binayı ateşe veriyorlar, hepsini birden ölüme mahküm ediyorlardı“ Bu kıyıcılıklarının sayısını belki azaltmak gerekir; belki korkunç ayrıntılarda abartma vardır; belki de kimi zaman dengiyle karşılama(mukabele bilmisil) denilen acımasız hak ile suçsuz sayılmışlardır. Esklavonlar Topirus'u"” kuşatınca inatçı bir savunmayla karşılaştıklarından burada onbeşbin kişiyi öldürmüşlerdir. Bununla birlikte, kadınlarla çocuklara birşey yapmamışlar, bunları kendi işlerinde çalıştırmak ya da kurtulmalık (fidye) almak için korumuşlardır. Bunların tutsaklığı ağır koşullar içerisinde geçmiyordu; kısa sürede kazandıkları kurtuluşları, ılımlı bir satış bedeliyle gerçekleşiyordu. Justinianus'ün uyruğu ve tarihçisi olarak Prokopius, tiksintisini, yakınma ya da kınama biçiminde belirtmiştir. Otuz iki yıllık bir saltanat süresinde barbarların, Roma imparatorluğundan her yıl yaptıkları akınlarla yılda ikiyüz bin insanı kaçırıp götürdüklerini söylemekten çekinmemiştir. Aşağı yukarı Justinianus'un eyaletlerini kapsayan Türkiye Avrupası'nın tüm nüfusu, Prokopios'un hesabına göre bulunacak altı milyona ulaşmamaktadır.






















Link 















Press Here 









اعلان 1
اعلان 2

0 التعليقات :

إرسال تعليق

عربي باي